İstanbul beyefendisi Selim Baba ile Boğaziçi Sohbetleri

İstanbul büyüleyici bir şehir. Tadına doyum olmaz. Boğaz kenarında içilen bir bardak çay bile biz Anadolu eşrafı için yıllarca zihinlerden silinmeyecek bir bal tadı bırakır dudaklarımızda. Çocukluğumun silinmez anılarında da yer tutar bu yedi tepeli şehir. Annem ve Babam'la ilk gezmeye gittiğim 1975 yılı dün gibi sanki. En çok da vapurlarına vurulmuştum. O ne güzellikti öyle.

Nazlı bir gelin edasıyla denizde salına salına süzülüşlerini seyretmek keyifliydi ama aniden beni yerimden hoplatan çok yüksek desibelli kornaları da bir o kadar ürkütücüydü. Herkesin belliğinde kendine özel bir yerlerde sakladığı güzel İstanbul hatırası mutlaka vardır. Mesela hep semt semt bakarım ben bu şehre. Öyle anımsarım. Bir bütünlük kurmayı denemedim hiç. İstanbullu değilim çünkü. Orada doğup, yıllarca toprağını çiğnemiş kişilerin elbette ki farklı bir gönül bağı vardır. Geçen yaz ki sohbetlerimiz de Kumla'daki denize sıfır yazlığında, o eşsiz keyifli sabah kahvaltılarımıza, şen şakrak şarkılarla gün batımlı akşam yemeklerimize rağmen adeta gurbet acısı çeken İstanbullu birisi vardı aramızda.

Sevgili kayın pederim ''Selim Baba''

Birisi için İstanbullu dediğiniz anda onun için çok şey söylemiş olursunuz. Giyimi, kuşamı, görgüsü, konuşması vs. gibi. Sadece şu iki cümle ile bile konunun nereye bağlanacağını hissediyor insan. Hele hele daha eski yıllarda İstanbullu olma kavramı, ülke kültürünün referans noktasıymış. Bir diploma sahibi olmak kadar albenisi varmış. Herkesin özendiği bir kimlikmiş sanki İstanbulluluk. Herkes İstanbullu olmak ister, o davranış biçimine nezaketine özenirmiş.

Yukarıda saydığım özellikleri adeta yekvücut tek bünyede toplayan Selim Baba ile yaptığımız sohbetlerde bende eski dönemlerime çocukluk ve gençlik yıllarıma dönüş yaptım defalarca. Bu şehre karşı herkesin farklı bir bakış açısı gelişiyor. Herkes kendinden bir pay biçiyor, koyuyor ortaya. Kendinde olmayanı da merak ediyor. Mesela ben 1960'larda sadece 1 yıllığına traktör parası için gidilip ama geri dönülemeyen Almanya gurbeti hikayesini dinledim babamdan. Hem de birinci ağızdan.

İstanbul Boğazı deyip geçmeyin…

1970'lerde aynı cenderede kendisinin de olduğu dönemleri yad ettik meltem serinliği veren balkonumuzda. Çok sevdiğimiz bergamotlu çayımız eşliğinde. Benimse, o döneme anılarımda, 1980'ler de aldığım Günter Wallraff'a ait ''En Alttakiler'' adlı bir kitap yer almaktadır. Yazar, Alman olmasına rağmen Türk işçi kılığına giriyor ve Almanya'daki olumsuz, tahammülü güç çalışma ortamına dalıyor. En yapılmaz işlerin Türk İşçilerine yaptırıldığına şahit oluyor. Türk görünümlü bir işçinin gözünden, bu zorluklar kaleme alınmış ve tüm Avrupa ve Türkiye'de yankı uyandırmıştı. Aslında yaşanılmış gerçek bir hayat hikayesi. Öğrencilik döneminden sonra gemilerde başlayan serüvenimde Selim Baba'ya ilgi çekici gelen konular vardı balkon sohbetlerimizde. Boğaz geçişlerini anlattığımı hatırlıyorum. İstanbul Boğazı usta gemicilik gerektiren bir tecrübedir. İstanbul Boğazı deyip geçmeyin. Dünya'nın en zor Türk suyoludur.

Karadeniz ile Marmara denizini birbirine bağlayan Kuzey-Doğu, Güney-Batı yönünde Karadeniz'den Marmara'ya adeta dere gibi 4-5 mil hızla akan, genellikle içinde ters akıntı barındıran pür dikkat seyir atılması gereken, özellikle de yeni dümen tutmaya başlayan genç denizci öğrenciler için çok önemli bir tecrübedir. Boğaz trafiğinde bazen öyle bir hisse kapılırdım ki; iki gemi karşılıklı sürtünmeden geçemeyeceğiz. (Özellikle, Rumeli-Anadolu Hisarı açıkları en dar deniz bölgesi) O derece insanın kontrolü şaşıyor. Bu önemli geçit İstanbul Boğazı adını alsa da batı dilinde ''Bosphorus'' olarak bilinir. Eski Yunan döneminden kalma bir söylem, “Sığır Geçidi” anlamını taşır. Denizcilerin korkulu rüyası olan akıntı yönlerinin tersliği oldukça vahim bir realitedir.

Üst tabakada Karadeniz suyu, kuzey-doğu, güney-batı istikametinde akar. Tabanda ise Akdeniz suyu ters istikamette Marmara Denizinden Karadeniz'e doğru gider. Buna ''Orkoz'' denir. Kuzeye doğru alt akıntı hızı derine inildikçe artar. Boğazın girintili çıkıntılı olması kuzeyden güneye doğru koylarda ters akıntılar olmasına sebebiyet verir. Uzunluğu 31 km’dir.

Kız Kulesinden fenerlere kadar olan eksen ise 55km idi yanılmıyorsam. Genişliği ise Türkeli yakınları 3600m. (Karadeniz boğaz çıkışı) Marmara Denizine açılan mevki ise 1675m. En dar yeri Rumeli ve Anadolu Hisarları arası ise 699m. Derinlik ortalaması 60m. En derin yeri ise 120 metredir. Tuz yoğunluğu ve kot farkından dolayı oluşan akıntılar bir hayli kuvvetlidir. Karadeniz'i açık denizlere bağlayan tek geçit olma özelliğiyle birlikte, tarihin tek jeopolitik ve ekonomik öneme sahip bir geçidi olma özelliğini de taşır.

Herkes İstanbul'u farklı sever ve unutamaz

Deniz ulaşımında İstanbul Boğazının Uluslararası kullanımını Montrö Antlaşması (1936) düzenler. Bu seyir şekilleri Gemi Kaptan'ı için stres barındıran bir durum. O dönemlerde tuttuğum defterimdeki notlarda en ince hesaplarla geminin dengesini nasıl korumaya çalıştığımı hatırlamak bile kendimi iyi hissettirmiyor. Unutamadığım ise; Boğaz girişlerinde Ramazan ayında akşam ezanına denk gelmek için dua ederdim adeta. Akşam ezanına her minare için ayrı kulak kabartır, gemi ilerlerken yarım saat boyunca farklı tınlamalar ile sonuna kadar özlemle dinlemek ve orucumu seyirdeyken boğaz manzarası ile açmak en büyük, en güzel, en ulaşılmaz bir zevkti benim için. Dedik ya, herkes İstanbul'u farklı sever ve unutamaz. Ben tarafından bakılınca durum aşağı yukarı böyle. Fakat bilemezdim ki, mutluluğun Beşiktaş Tankeriyle kuzguncuk açıklarından geçerken o dönem hesaplayamadığım, fakat şimdi anlamını idrak ettiğim kaderin küçük bir tılsımın da saklı olduğunu.

Bir İstanbul masalından bölüm bölüm anılar dinlediniz.

Teşekkür ediyorum esirgemediğiniz kıymetli zamanınız için.

Allah'ın selâmeti üzerinize olsun...