Ben iki ayrı zamanda epey seneler İskenderun’da yaşadım. Birincisinde ilkokul üçüncü sınıfta idim. Babam Makine zabiti idi ve II. Dünya Harbi yıllarında İngiliz yardımı başlamıştı. Güverte Albay Arif Tunçay ile babam Mk.Bnb. Ahmet Nurettin’i bu yardımla görevli olarak İskenderun’a atamışlardı. Demektir ki 1941 yılı ve devamı idi. İskenderun’da ilk okulu okudum. Tümen komutanı Hatay Kahramanı olarak onur duyulan Şükrü Kanatlı Paşa idi. Kızı Günay Kanatlı ile ilk okulda sınıf arkadaşı olmuşuzdur.

İskenderun nüfus bakımından son derece az, sakin, evleri hemen hep en fazla iki katlı ahşap panjurluydular. Güneşten korunmak için pencerelerde panjurlar olurdu. Yaz aylarında yerli halk, düz olan damlara çıkar ve oralarda mevcut somyalı karyolalarda ve cibinlik altında yatarlardı.

Sahil boyunca konsoloslukların binaları bulunurdu. Liman diye bir şey yoktu. Bir iskele vardı ve Müttefiklere ait yük gemileri birbiri ardından yardım malzemesi tahliye ederlerdi. Türkiye’ye yapılan yardım arasında un dahil, oluklu saç, dikenli tel, askerler için Churchill postalları, topçekerler için kadana beygirleri ve haliyle cephane gibi silahlar da vardı. Bunlar benim hatırladıklarım; İngiliz yardım malzemeleri İskenderun demiryolu istasyonuna nakledilir ve buradan askerî katarlarla adreslenen askeri bölgelere doğruyla çıkardı. İskenderun’da bir de konsolosluklar çekişmesi sahnesi vardı.

Sahilde en uzaktan başlarsam, önce ABD konsolosluğu, sonra Nazi Almanya’sı konsolosluğu ve yanında İngiliz konsolosluğu, devamla İtalya konsolosluğu gelirdi. Bunların bir kısmı fahri konsolosluklardı, ama harp koşullarında buralara kendi diplomatlarını, daha açıkçası casuslarını tayin etmişti.

İngiliz Konsolosluğu August Catoni ailesi ile temsil edilirdi. Duçe İtalyası adına İskenderun’a tayin edilmiş olan İtalyan casusu ve sualtı komandosu Luigi Ferraro son İskenderun depremden yıkılmış olan Latin Katolik Kilisesi’nde kalmış. Bu kiliseye Müjde Katedrali de denilmekte.

İskenderun’a ikinci kez bu defa bir deniz güverte binbaşı rütbesiyle atandım. İskenderun’da Akdeniz Bölge Komutanlığı vardı. Bu bina halen İskenderun Deniz Müzesi’dir. Amiralin emir subayı idim. Amiralin makamı üst katta ortada (sağda), Emir subayının makamı (solda).

Refah Vapuru faciası konusunda anlatmak istediklerim şöyledir; Refah Vapuru faciası hakkında birçok eser çalışılmış, doktora tezleri için benden rica edenler olmuştur. Refah Vapuru’nda şehit olan veya kurtulan deniz subayları arasında babamın zaten çok küçük olan Türk Donanması’ndan yakın tanıdığı meslektaşları vardı. Ben çok seneler sonrasında Refah Faciası başlıklı eserimi çalışırken, bir güverte zabiti olup, bu faciada kurtulmuş bir büyüğümüz sivil dünyasında başında olduğu bir ticaret firmasının bulunduğu Taksim’de ziyaret etmiştim. Diğer ise ikmal zabiti idi ve Dragos sahil Sitesi’nde oturduğumuz yıllarda komşu idik. Bana o felaket saatlerini anlatmıştır.

Mersin’de Atatürk Parkı’nda bir anıt yükselir

23 Haziran 1972 yılında dikilmiş olan bu anıt; 23 Haziran 1941 gecesi Mersin’den açıldıktan beş saat sonra, kesin olarak tespit edilemeyen bir infilakla batan Refah Şilebi’nde şehit düşen denizci, havacı genç askerleri ve gemi personelini anmak adına, Deniz Kuvvetleri’nin, Mersin’de resmî, sivil tüm kurumların ve halkın katkılarıyla inşa edilmişti. Bu anıt aynı zamanda 18 Eylül 1890 gecesi Japonya’nın Kushimoto kayalıklarında batan Ertuğrul Firkateyni’nde şehit düşen denizcilerin aziz hatıralarını da yâd etmeyi amaçlamıştır ve Mersin halkının bu ulusun şehitlerine bir vefa örneğidir. Bu anıt, Ertuğrul Firkateyni Şehitleri için Japonya’da inşa edilmiş abidenin planı aynen alınarak Mersin’de inşa edilmiş ve her iki facia adına burada inşa edilmiş olsa da Refah Şehitleri Anıtı olarak adlandırılmıştır.

Refah Şehitleri Anıtı’nın bir yüzünde Mareşal Fevzi Çakmak imzasıyla şu yazı yer alır: “ 29 Haziran 1941 Hususi Memleket Müdafaası için kıymetli harb vasıtalarını ana vatana getirmek vazifesi alan ve Refah Vapurunda şehit düşen, kahraman Denizaltıcı ve Havacı evlatlarımın manevî huzurunda tazimle eğilir, Deniz ve Hava mensuplarına en kalbî taziyetlerimi sunarım. Mareşal Fevzi Çakmak”. Anıttaki Refah Faciası’na ait diğer plaket 23 Haziran 1972 tarihlidir. Bu elim olayda, 15 Deniz Subayı, 16 Hava Subayı, 48 Deniz Astsubayı, 63 Denizeri ve 25 Şilep personeli şehit olmuşlardı.

Refah Şilebi’nin son limanı Mersin’di. İlk kez Aralık 1940’ta özel yolcuları için Mersin limanındaydı! Çok ilginç bir tarihî rastlantıyı da hatırlatmalıyım; Deniz Müsteşarı Tümamiral Mehmet Ali Ülgen 15 Aralık 1940 günü Şube Müdürü Kurmay Yarbay Nurettin Günege’yi almış ve İngilizlerin Akdeniz Filosu Komutanı Amiral Cunningham’ı ziyaret etmek üzere, Mersin’e yola çıkmıştır. Refah şilebi bu görev için Mersin’e intikal etmiş bulunuyordu. Amiral Mehmet Ali Ülgen Mersin’den Refah şilebiyle hareket ederek İskenderiye’ye gitmiştir! Bir başka olayı da hatırlatmalıyım; İngiltere’nin vermeyi vaat ettiği 4 muhrip ve denizaltı için ilk personeli 4 Haziran 1941 günü Sümer şilebiyle Mersin’den hareket etmiştir. İskenderiye’ye ulaşması beklenen Sümer şilebi karaya oturacak, ancak gemidekiler karaya çıkmayı başaracaklardır. Bu seferle Sümer şilebi denizlerdeki yaşamına son vermiştir!

Refah Şilebi 23 Haziran 1941 günü Mersin Limanı’ndan ölüme gönderildi. Gece yarısına doğru Kıbrıs’ın kuzeyinden, bütün ışıklarını yakmış ve bordasında kırmızıya boyalı Türk bayrağının çevresi kuvvetli projektörlerle aydınlatılmış olarak yol alırken, saat 22.30’da müthiş bir patlamayla sarsıldı. Elektrik donanımı ve telsizi bütünüyle felce uğradı. Hızla su almaya başlayan gemi dört saat kadar suyun üstünde kaldıktan sonra, gecenin korkunç karanlığında derin sulara gömülerek kayboldu.

Refah Şilebi, Mersin’den ayrıldıktan 5 saat sonra battı! Adı Refah Faciası olarak tarihe geçti. Nice genç askerleri ve ticaret bahriyesinin yürekli personelini alarak Akdeniz’de derinliklere gömüldü. Bu facianın üzerinden 82 yıl geçmiş olmaktadır!

Refah Şilebi’nin batırılması hakkında hiçbir belgede kesin bir cevap bulunmamaktadır. Refah Faciası’ndan iki sene sonra, gerek İskenderun’da ve gerekse Mersin’de krom yükleyen ticaret gemilerine mıknatisi mayın yerleştirerek batmalarına sebep olan İtalyan sualtı komandosu gerçeğine baktığımızda, limandan hareket eden bu gemiler 4,5 - 5 saat sonra batmışlardır. Mersin’den denize açılacak ve son seferinde denize gömülecek olan Refah şilebiydi! İngilizlerin vermeyi kararlaştırdıkları denizaltıları ve uçakları teslim alacak pırıl pırıl deniz ve hava subaylarını ve astsubaylarını Refah gibi köhne bir şilebe doldurup denize salıverdiler. O savaş yıllarında Türkiye tarafsız ülkeydi. Ne Müttefiklerin ve ne de Mihver Devletlerinin yanında yer aldı. Sonunda savaşın ölüm saçan ateşi hudutlarına kadar yaklaşırken, bir seçim yapmak zorunda kalacaktı. Türkiye II. Dünya Harbi yıllarında bu şileple nice kurbanlar verdi. Tarafsız ülke Türkiye bu faciayla sarsıldı. Avrupa’da ise 5,000’den fazla ticaret gemisi batmış ve milyonlarca insan telef olmuştu. Artık kimsenin dökecek gözyaşı yoktu. Feryatlar bombaların açtığı çukurlarda, yanıp yıkılmış kentlerin harabeliklerinde, denize gömülen gemilerin kaybolup yok olan gövdelerinde sessizliğe bürünmüştü. Yüzler anlamsızdı, ruhlar ölmüş, bedenler ise bir solukluk yaşam peşindeydi. Sevgi bile karneye binmiş, açlık nice unvanları, itibarı, asaleti ayaklar altına aldığı gibi, çöp kutularından eline geçirdiği bir kaşıkla yaşamak için kendine yemek artığı arayan insana benzeyen zavallılar yaratmıştı.

Tarafsız Türkiye yoklukları yaşadı. Ölmeden öldürmeden ayakta kalmayı tercih etmişti. Saldırmaya hazır azgın bir dış dünyanın keskin dişlerinden korunabildiğince ayakta durdu.

İskenderun sahili. Sahilde ilk görülen bina, Luigi Ferraro’nun sabah erken saatlerde hazırlandığı Deniz Kulübü olmalıdır.

Ancak yardım alacağım diye bir ticaret gemisine doldurduğu yiğit askerlerini akılsızcasına bu vahşetin içine, hiçbir korumaları olmadan salıverdi. Bu gemi Refah Şilebiydi. Onun batırılışı, tarihe “Refah Faciası” olarak geçti. Refah şilebi 23 Haziran 1941 gecesi Mersin açıklarında sulara gömülmüştü. O günlerde olduğu gibi, Refah’ın hep bir denizaltıdan atılan torpidoyla batırıldığı, ya da bir mayına çarptığı iddia edildi. Refah şilebi Mersin limanından hiçbir denizde güvenlik önlemi alınmadan savaş denizine salınmıştı. Hatta sanılıyordu ki, II. Dünya Harb’i koşullarında Mersin Limanı güvenli bir deniz kenarıdır.

Simsiyah Adamlar

İskenderun’da yaşam II. Dünya Harbi yıllarının kaygılarından uzaklarda sürüp gidiyordu. Kasabanın değişemeyen doğası, koloniyel binalardaki seçkin tüccar ailelerinin dışında, halk çoğunluk rızklarını çıkardıkları bahçe işlerindeydiler. Denize açılan balıkçı tekneleri limana yakın bir sahilde bağlamış yatıyorlardı. Gecenin karanlığında ölü sokak lambaları yavaş yavaş artan sıcaktan evlerin damlarına serilmiş sedirlerde uykuya dalmış olanlar, kapı önlerinde yarenlik edenler de vardı. Alabildiğine uzanan sahilin kumsalında ise derin sessizliğe yaklaşan biri sakin adımlarla gezermiş gibi adımlar atıyor ve zaman zaman etrafı gözlüyordu. Uzun boylu, yapılı biriydi. Kopkoyu lacivert bir göğün altında yıldızların parıltıları bile umursamaz görünüyorlardı. Doğruca her sabah yaptığı gibi sahildeki kulübesinin kapısını usulca açtı. Ayağına paletlerini taktı. Kapalı devre dalış cihazını boynundan geçirip kayışlarını sıkıştırdı. Maskesini yüzüne yerleştirdikten sonra tüpün valfını açıp bir kaç soluk aldı. İki elinde hayli büyük kutuyu suya iteledi.

Karşısında, ama denizin ortasına demirlemiş bir şilep vardı. Oraya kadar çok zorlu bir yüzüş yapacaktı. Solunum cihazını ancak gemiye vardığında kullanabilirdi. Onun için gemiye doğru yüzmeye başladı. Kolları yanlarda ve hareketsizdi. Sadece bacaklarının yardımıyla yüzüyor ve yine de ses çıkarmamak için paletleriyle çok ağır hareket ediyordu. Kulaç atması ve kollarını kullanması su yüzünde gürültüye neden olurdu. Yıllar sonrasında artık her spor mağazasında satılan paletlerin ilk modelleri olan bu paletleri tasarlayan da kendisiydi.

Luigi Ferraro’nun Fernplant ve Orion isimli gemilere İskenderun’da g nasıl limpet mayın yerleştirdiğini gösteren kendi çizimi. Kaynak: Un Italiano. Osman Öndeş arşivi.

Gemi henüz uzaktaydı! Nöbetçi dışında herkes uykuya çekilmiş olmalıydı ki, güvertesinde hiçbir hareket görülmüyordu. Ufuk karanlık ardında korkutucu bir duvar dibiydi. Yaşamı anımsatacak en ufak bir ses duyulmuyor ve tüm ışıklarını söndürmüş gemi güçlükle fark edilebiliyordu. Gemiden duyulacak en ufak bir ses alarma yol açabilirdi. İşte o zaman geminin etrafındaki kapkara deniz hemen aydınlatılabilirdi. Bunu da makineli tüfeklerin ateşi takip edecekti. Mutlaka bir iki kurşun taşımakta olduğu patlayıcı taşıyıcısına isabet edip patlatırdı. Nihayet hedefle arasındaki mesafe birkaç on metrelik mesafeye inmişti. En tehlikeli ve zor anlar bunlardı.

Patlayıcıları taşıyan kauçuk muhafazanın biraz havasını azalttı. Böylece su sathının altında kaybolan mıknatısı mayınlar yine de batmıyor kolaylıkla çekilebiliyorlardı. Suyun dışında sadece burun delikleri ve ağzı kalacak şekilde yavaş yavaş hedefine yaklaşmaya devam ediyordu. Tıpkı soğuğa, sinirsel tansiyona, korkuya dayanması gerektiği gibi, karanlıkta gemiye yaklaşmasını sürdürdü. Gemi gündüzleri krom yüklüyor, gece ise sabahın ilk ışıklarına kadar karanlığa bürünüyordu.

Krom yüklü gemide giderek yaklaşan tehlikenin varlığından haberdar olunduğuna dair ne görülebilir bir işaret ne de bir ses vardı. Nihayet gemiye ulaşmıştı. Elleriyle geminin karnını yoklamaya başladı. Kendilerine öğretilen gemiye borda tarafından yaklaşmanın tehlikeli olduğuydu. Çünkü savaş gemilerinde olsun şileplerde olsun geminin bordası hizasından yapılacak yaklaşmalar gemi personeli veya nöbetçisi tarafından en kolay görülecek bir hedef olmak demekti. Köprüüstünde bir gözcü bulunurdu. Oysa gemiye pruvadan yaklaşıldığında burun kısmında öyle bir kör nokta oluşmaktaydı ki burada mürettebattan biri kafasını geminin dışına bile çıkarsa aşağıdakini görebilmesi imkansızdı. Böylece çıplak parmaklarla geminin su kesimi hizasından kıç tarafa doğru kayarak yalpa omurgası hizasına kadar geldi. Solumun cihazının valfını açtı ve aynı sessizlik içinde karinaya olabildiğince dokunarak zifiri karanlıkta geminin altına daldı. Hareketleri doğuştan bir körün hareketleri gibi emin ve seriydi. Taşıdığı iki iri kauçuk mahfaza içerisindeki mayınları artık yerlerine yerleştireceği zaman gelmiştir. Bunlar sadece sabotaj amacıyla geliştirilmiş ve pervane hareketiyle çalışan zaman ayarlı güçlü patlayıcılardı. O zamanlar batırılacak teknenin karinasına bir elektro mıknatısla tutturulurdu. Şimdi ise elindeki kauçuk muhafaza içerisinde 12 kiloluk çok kuvvetli bir patlayıcı olan tritol ihtiva vardı. Bu mayınları yalpa omurgasının kenarına “Çavuş” adını verdikleri ufak kıskaçlarla tutturuluyor ve iyice sıkıştırılıyordu. Mayınları yalpa omurgasına yerleştirmek için kauçuk muhafazasından kamasıyla keserek çıkarttı. Önce birini kıskaçlarıyla omurgaya tutturdu ve olanca gücüyle mandalları sıkıştırdı. Aynı kanatçığın diğer ucuna da bir mayın yerleştirilmesi gerekliydi. Çünkü bir tek mayın infilak ettiğinde meydana getirdiği patlamayla o kısımda saçlar parçalanmasına rağmen, su dolan bölmenin kaportasını kapatarak geminin batması önlenebiliyordu. Önceki sabotajlardan aldıkları derslerle şimdi bir baş tarafa, bir de kıç tarafa yakın olacak şekilde iki mayın bağlıyorlardı. Böylece iskele veya sancak tarafta olmak üzere, fakat ikisi de aynı yalpa omurgasına bağlanan mayınlar birbiri ardından infilak ediyor ve gemiyi yana yatırarak alabora olmasına yol açıyordu. Bu gemi Samandağı açıklarında infilak ederek batmıştır.

Refah şilebi için de “Bilinmeyen bir denizaltıdan atılan torpidoyla yaralanarak battı” diyeceklerdir ve kimsenin aklına mıknatısı mayınlar gelmeyecektir! Bu sualtı komandosu Luigi Ferraro idi ve Ferraro ikinci kez Türkiye’ye gönderilmiştir. Zira İskenderun limanında büyük bir gemi trafiği vardı. Müttefik gemileri Türkiye’ye silah getiriyorlar ve dönüşte krom yüklüyorlardı. Mihver devletleri bu trafiği engellemek istiyordu; ama, nasıl yapılacağını bilemiyorlardı. Denizaltı veya bombardıman uçağı kullanmanın birçok nedenden dolayı mahsuru vardı. Luigi Ferraro seneler sonrasında anılarını “Un Italiano” başlıklı eserinde anlatmıştır. İskenderun’da gemilere mıknatısı mayını nasıl yerleştirdiğini gösteren iki şema bulunmaktadır. Bunlardan birinde sahilde soldan itibaren işaretlediği ABD, Almanya, İngiltere, İtalya konsolosluklarıdır. Luigi Ferraro buradan Fernplant ve Orion isimli şileplere kadar yüzmüş ve yerleştirdiği mıknatısı mayınlarla batmalarına neden olmuştur. Mersin’de de aynı şekilde hareket etmiştir.

II. Dünya Harbi yıllarındaki İngiliz Konsolosluğu binası Kaynak: Osman Öndeş arşivi.

Luigi Ferraro, çoğunlukla Roccardi’yle işbirliği yaparak çalışıyordu. Roccardi konsolosun resmen en yakın yardımcısı gibi hareket ediyor ve konsolosa yüksek bir yetkiye sahip olduğunu da hissettiriyordu. Buradaki iki haftası ofisle manastır arasında geçmişti. Bir gün Giovanni ona artık harekete geçmek için vaktin yaklaştığını söyledi. Ajan D65 ve Gamma’nın adamı Luigi Ferraro İskenderun’da bir keşif yürüyüşüne çıktılar. Fakat asıl dikkatle inceledikleri bölge konsoloslukların sıralandığı sahil şeridiydi. Yürürken limanda olan gemilere bakıyorlardı. Nereye demirlemişlerdi ve küçük limanda olan gemiden neler boşaltılıyordu? Topografik yapısını tetkike başladılar. Nasıl hareket edeceklerdir?

Şehirden ziyade onları liman ilgilendiriyordu. Limana savaş malzemesi, toplar ve cephane tahliye eden şileplerin denetimini İngiliz askerleri yapıyorlardı. Hepsi sahra üniformalı, kısa haki pantolonlarıyla limanın çevresinde dolaşıyorlar ve yabancıları yaklaştırmıyorlardı. Hele onların limana yaklaşması çok büyük sorun olabilirdi.

O yıllarda İskenderun’da bütün konsolosluklar sahilde ve birbirlerinden az aralıklarla bulunuyorlardı Zaten sahil bir baştan körfezin sonuna kadar kesintisiz devam eden kumsal, sadece liman mendireğiyle kesiliyordu. İtalyan Konsolosluğu da plajın tam önündeydi; Luigi devamlı gözetleme yapılan İngiliz Konsolosluğu binasından uzakta nasıl çalışabileceğini planladı. Gece karanlıkta patlayıcıları kıyıya taşımak zor bir iş olmayacağı kanısına vardı. Oysa kısa bir zaman sonra işin hiç de öyle kolay olmadığı anlaşılacaktı. Konsolosluk deniz kıyısına çok yakındı ama oradan sahile şortla havluyla gitmek ile siyah iç giysilerle, her biri on iki kilogram olan üç patlayıcısı olan çantayı taşımakla, dalma cihazıyla gitmek arasında çok fark vardı. Gece bile geçilecek kısım iyi aydınlatılıyordu. Sahil yolunda her zaman gezinen birileri oluyordu. Hele yaz aylarında halk serinlemek için geç saatlere kadar sahilde oturuyor, hatta kumsala ranza atıp uyuyanlar oluyordu.

Birgün Lugi Ferraro İngiliz Yardım Heyeti’nin İskenderun’daki komutanı Binbaşı Wilson’u farkedince, iki binanın arasında arka sokağa geçti. Oradan yürüyerek Kanatlı Sinaması’na kadar geldi. Amerikan savaş filmleri gösteriliyordu. Afişleri seyreder gibi yaptı. “Bir başka güçlük daha var” diyordu. İskenderun limanından krom yükleyecek gemilerin nereye gideceklerini de öğrenmeliydi. İskenderun’dan kalktıktan sonra başka bir Türk limanına uğrak yapacak bir gemi orada infilak edip batarsa, bu her şeyin sonu olurdu. Ferraro bir süre sonra hiçbir harekat yapılamayacağını düşünmeye başlamıştı. Ofis işi dayanılacak gibi değildi. Konsolos Sanfelice henüz asıl görevlerini bilmiyordu. Ferraro plan yapmayı sürdürdü. Plaj boş oluyordu ama patlayıcıları kıyıya getirmek için araba şarttı. Birden aklına bir fikir geldi. İskenderun’lu tüccarların kurdukları Deniz Klübü de sahildeydi. Bu klübün hemen hiç kullanılmayan bir plaj kısmı vardı ki, oradaki kabinlerden birini kendisine verebilirlerdi. 

Luigi Ferraro’nun 30 Haziran 1943 günü sabah erken saatlerde SS Orion şilebine mıknatısı mayınları nasıl yerleştirdiğini gösteren birdiğer çizimi.Kaynak: Un Italiano, Osman Öndeş.

Günü geldiğinde demirde yatan Orion isimli gemiyi seçti ve doğru yüzmeye devam etti. Mayınları Orion’a bıraktığı için artık rahatlıkla hareket edebilirdi. Yeniden geminin bordasından baştarafa doğru sualtından ilerledi. Koyu karanlıkta geminin zincirine kadar ulaştığında satha çıkarak yukarılara baktı. Sulh içersindeki bir ülkenin İskenderun Körfezi’nde herhagibir saldırı tehditinden uzakta, Orion’un gemicileri derin bir rahatlıkla son gecelerini yaşıyorlardı. Gemiciler onu ne görmüş ne sezmiş ne de işitmişti.

Azrail Ölüme Son Bileti Satıyor

Mersin’e gitmek için Adana’ya kadar hep trenle gidip geleceklerdi. Adana tren istasyonunda kendilerini bir görevli karşılayacaktı. Onun için çok seyrek olan seferlerden zamanında yararlanmalıydılar.

Orion şilebi 2 Temmuz sabaha karşı Samandağı açıklarında bir yerde infilak ederek battı. Balıkçılar geminin birbiri ardından infilak ederek bir ateş topuna döndüğünü söylediler. Samandağı sahil kasabasından bir balıkçı motoru geminin yandığı yere doğru gitmiş ve geminin ortasından kırılarak batışına şahit olan teknenin kaptanı, iki tayfasıyla denize dökülmüş gemicileri kurtarmaya çalışmışlardı. Haberin duyulmasıyla her yer karışmıştı. Telefondan Samandağı Jandarma birliğini bağlatan Şükrü Kanatlı Paşa’ya Top Taburu komutanı kurtulanların sekiz kişi olduğunu rapor etmişti. Kurtulanlar arasında gemi süvarisi Kaptanı Nicolaos Vernicos da vardı.

Luigi Ferraro o gün akşama kadar konsolosluktan dışarı adımını atmadı. Pazar sabahı erken saatlerde İskenderun derin bir sessizlikten uyanıyordu. Derken İnönü İlkokulu’nun bahçesinde oyuna dalan çocukların sesleri duyulmaya başladı. Karşıdaki Katolik Kilisesi’nin çanları çalıyor ve bir ikişer kiliseye pazar ayini için giyinmiş Hristiyan aileler birbirlerini selamlayarak kilisenin bahçesine giriyorlardı. Göğe boy vermiş okaliptüs ağaçları asırların bilgiçliğinde incecik yapraklarıyla salınıyor, çiçekler öbek öbek yerlere saçılmaya devam ediyordu. Taş duvarla çevrili kilisenin demir yapısı ardına kadar açıktı. Kapıda Luigi Ferraro göründü. En iyi elbisesini giymiş, masum bakışlarla yüreğindeki sıkıntıları atmak istercesine Pazar Ayini kafilesi arasında yerini almaya geliyordu. Yürürken gözü birden simsiyah gözleriyle yüreğini delen bir genç kadına takıldı. Adı Anna- Maria idi. Tanıdık birkaç kişiyle selamlaştı. Kilisenin kapısına geldiğinde başını bir kez daha kaldırıp önünde geçtiği Anna - Maria’ya baktı. Sonra kilisenin içine girdi ve arka sıralardan birine ilişti. Ayinden sonra aileler birbirleriyle sohbet ederek kiliseden ayrılırlarken, Luigi Ferraro vücudunu saran o tarifsiz elektriklenmenin sarhoşluğunda henüz ismini bilmediği Anna- Maria’yı aradı. Yanından geçen Bay Gliptis bir arkadaşına Samandağı açıklarında batan Yunan şilebinden kurtarılanların Arsuz’a getirildiğini söylemekteydi. “İki de yaralı varmış. Herhalde Memleket Hastahanesi’ne yatırmışlardır.”

İskenderun’daki komutanı Binbaşı Wilson, Bay Joyce Beard ve Paul Watt ile Forbes’in bahçesinde Orion’un akıbetini konuşurlarken, Binbaşı Wilson “Denizaltı iddiasına çok ihtiyatlı şekilde yaklaşmak gerekir” dedi. “Öncelikle bir denizaltının diyelim ki Girit veya Rodos’tan buralara kadar ikmal yapmadan gelmesi akıldışı bir olay. Eğer arada biryerlerde yakıt ve kumanya ikmali yapabildiyse, bu durumda Kıbrıs’taki deniz kuvvetlerimizin gözünden kaçmış olmalıdır ki, ben ihtimal vermiyorum.”

Binbaşı Wilson dalgın bir bakışla “Bence İtalyanlar buralara kadar gelemezler. Ama eğer bu bir Alman denizaltısı ise, o zaman aklıma bir soru geliyor. Gemi Türklere askeri malzeme yüklü olarak İskenderun’a gelirken neden batırılmadı da dönüşte krom yüklüyken batırıldı. Bu çok garip değil mi.”

Adeta yerinde fırladı. “Krom madeni çok daha önemli! Aman yarabbi, kromun savaş sanayimize sağlanmasını engellemek istiyorlar. Bu muhakkak bir Alman denizaltısıdır o zaman “dedi. Orion’un neden İskenderun’a gelirken batırılmadığı konusunda yorum yaparken, bir doğruyu bulmuştu. Türkiye’ye gönderilen yardım malzemesi Mihver için öylesine bir öncelik taşımıyordu. Giovanni Roccardi, Luigi Ferraro ile konsolosluğun arabasına binerek Soğukoluk’a çıktılar. Görünüşte iki gün gönüllerince dinlenecek, bir de kafayı çekeceklerdi.

Mersin’den gelen ajan JC75 Mersin limanına Liberty tipi Kaituna isimli bir geminin demirlediği haberini İskenderun’da Konsolosa ulaştırmıştı. S. S. Kaituna İngiliz bayrağı taşıyordu ve bir yardımcı bir savaş gemisi gibi de toplarla ve uçak savar toplarıyla donatılmıştı. Nitekim baş tarafında bir Bofors topu vardı. Köprüüstü kırlangıçlıklarına da iki adet Oerlikon uçaksavar makineli tüfeği monte edilmişti. Ayvazyan o akşam Giovanni’yle Luigi’ye nefes bir balık ziyafeti sundu. Luigi ‘nin şarap bile içmemesi onu şaşırtmıştı. “İtalyan olduğunuzu bilmesem, şarabı reddetmenizi olağan karşılardım.” dedi. Ardından da takıldı “İncir rakısı da içmez misiniz.”

Manyetolu telefonun zili acı acı çalmaya başlamıştı. Ayvazyan telefona seğirtti. Biraz dinledi ve Giovanni’ye seslenerek “Kont Ignazio sizi istiyor.” Govanni “Galiba bizim tatil hayal olacak” dedi. Telefonda çok kısa bir konuşma oldu. Yerine otururken “Luigi, ikinci gün tatile Mersin’de devam etmemiz daha doğru olacak. Yarın sabah erkenden Konsolosluğun arabası gelip bizi alacak, ” dedi. Luigi yine üç limpet mayını hazır etmeliydi. Paletlerini almak için sahildeki plaj kabinesine gidecek, ama her günkü gibi akşamüzeri Giovanni’yle kumsalda yürüyüş yapacaklar, sonra denize gireceklerdi. Dönüşte ise kabinden alacağı paletlerini ve solunum cihazını torbaya koyarak yeniden konsolosluğa geleceklerdi. Mersin’deki İtalyan Konsolosluğundan gelen Pippo Aponte aslında Luca’ya bağlı bir istihbarat ajanıydı. Adana’dan trenle gelmişti. Görüşmeleri yaptıktan sonra akşam Mersin’e dönecekti.

-Ankara-İstanbul posta treni akşam sekizde kalkıyor. Onunla giderim, dedi. Adana’da konsolosluğun arabası bekleyecek, biliyorlar. Konsolos Giovanni’yle

Luigi’ye dönerek:

-O zaman siz de birlikte gidersiniz. Sadece tümen komutanlığına sizin Mersin’e gideceğinize dair bir yazı vermemiz lazım! Biliyorsunuz seferberlik komutanlığı orası. Bizlere tanıdıkları seyahat hudutları Mersin’i kapsamıyor. dedi. Adana tren istasyonunda Mersin’deki İtalyan Konsolosluğu’ndan gelen bir vasıta onları aldı.

Kaituna limanın ortasında kuzu gibi yatmaktaydı. Üzerine yanaşmış olan Türk şilebinin vinci durmadan çalışıyor ve kepçelerle yüklenen krom madeni Kaituna’ya boşaltılıyordu. Giovanni, Luigi’yle palmiye ağaçları hizasından sahile yöneldi ve en tenha ve karanlık olan bir noktada Luigi tüm hazırlıklarını yaptı. Ne var ki havada çok güzel bir mehtap vardı ve ay ışığı denizi aydınlatıyordu. Luigi gece on buçukta denize girmişti.

S. S. Kaituna Luigi Ferraro’nun Mersin Limanı’ndaki bir diğer kurbanı oldu.

Onu gizleyecek bir bulut bile yoktu. Yine sadece paletleri kullanarak hedefine doğru yüzdü. Kaituna Türkiye karasuları dışına çıktığında Kıbrıs’taki deniz üssünden hareket etmiş olan bir İngiliz korvet Kaituna’yı refakete başlamış ve infilakın ardından yardımına gitmiş, fakat gemi personeli bazı bölmeleri kapatmak suretiyle su almasına rağmen batmasını önlemişlerdi. Makinesi çalışıyorsa da dümen kumanda edilemez hale gelmişti. Bunun üzerine refakat gemisinden Kaituna süvarisine Kıbrıs’a rota kırmasını ve başarabilirse, gemiyi karaya oturtması bildirildi. Eğer gemi bu seyir sırasında batmaya başlarsa, onları kurtarmak için yanlarında seyredeceklerdi. Aslında bu konvoy harekatı genel savaş prensiplerine aykırı olan çok tehlikeli bir hareketti. Kaituna’nın dümeni nasılsa kumanda dinlemeye başladığından, şaşılacak şekilde batmadan Kıbrıs’a ulaştı ve Gazi Magosa’da limana çekilerek yara kısmı paletlerle korumaya alındığı gibi, İngiliz bahriyesine ait balıkadamların ve dalgıçların yaptıkları sualtı aramasında bir gerçek ortaya çıkartıldı. Gemi bir torpido isabetiyle yaralanmış değildi. İnfilakı yaratan devir ayarlı bir mıknatısı mayındı. Dalgıçlar patlamamış bir başka limpet mayını da tespit etmişlerdi. Devreye Sualtı patlayıcı imha ve emniyete alma komandoları girdiler. Tüm mesele bu mayının nerede ve kimler tarafından gemiye konulduğunu tespite bağlı kalıyordu. İngiliz istihbaratı düşmanlarını şaşırtmak amacıyla, Kaituna’yı battı göstermeye devam edecekti. Anılarıma burada ara veriyorum; Sıra Refah Vapuru Faciası’nı ayrıntıları ile anlatmaya gelmiştir; Ancak devam etmek için yeniden çok sayfa anlatmak olacaktır. Bu facianın ilk bölümünü buraya bırakıyorum. Merak edip okumak isterseniz, “Refah Vapuru Faciası’nın sorumlusu kimlerdi” başlığı ile devam eder ve anlatırım.

Osman Öndeş