Sandallar, sessiz deniz kabukları gibi denizin üstünde uçuşmalarına rağmen bir türlü balinaya yanaşamıyorlardı. Moby Dick’e yaklaştıkça, deniz daha da dümdüz bir halı gibi seriliyordu dalgaların üstüne. Sular öyle durgundu ki öğle güneşinde bir çayırı andırıyordu okyanus… Sandallar, sessiz deniz kabukları gibi denizin üstünde uçuşmalarına rağmen bir türlü balinaya yanaşamıyorlardı. Moby Dick’e yaklaştıkça, deniz daha da dümdüz bir halı gibi seriliyordu dalgaların üstüne. Sular öyle durgundu ki öğle güneşinde bir çayırı andırıyordu okyanus. Sonunda soluk soluğa ilerleyen Ahab, kovalandığının farkında değilmiş gibi davranan balinaya iyice yaklaştı. Ahab, düşmanın suyun içine girip çıkan kafasındaki kırışıkların hepsini görebiliyordu. Sanki bir Türk halısı yumuşaklığındaydı, tatlı tatlı dalgalanan denizin üstünde.  Beyaz Balina sevinç ve huzur içindeydi. Mitolojideki tanrı Zeus gibi kaçırıp beyaz bir boğaya dönüştürdüğü sevgilisi Europa’nın boynuzlarından tutarcasına kendinden çok emin ve mağrur bir havası vardı. Girit kıyılarında gerdek gecesine giren mitolojideki tanrılar gibi muhteşem bir tavır sergiliyordu. Sandallar, uzun kürekleri havada, kısa kürekleri denizde, Moby Dick’in yeniden yüze çıkmasını bekliyorlardı sessizce. Ahab hiçbir şey göremiyordu denizde. Ama diplere, gittikçe daha derinlere bakarken, birdenbire aşağılardan, beyaz, diri bir lekenin, akıllara durgunluk veren bir hızla yukarıya doğru çıktığını gördü. Moby Dick’in açık ağzı, çarpık çenesiydi bu. Hayal meyal görülen kocaman gövdesi, mavi sulara karışıyordu. Canavarın ışıldayan ağzı, sandalın altında mermer bir mezarın ağzı gibi açıldı. Sandalın her yanı, her tahtası, her kaburgası titreyiverdi ansızın. Balina çenesini kurtarınca filikanın ortasına çarptı, önceden gevşeyen kalaslar çatırdayarak dağıldı ve filika ikiye bölündü. Canlarını kurtarmak için gemiciler dağılan kalaslara tutundular. Beyaz Balina’nın görünümü korkunçtu. Çizdiği gezegenleri andıran dairelerle denizcilerin üzerine bir atmaca gibi saldıracak gibi görünüyordu. Beyaz Balina görülmedik bir cakayla, alabalık gibi böyle gökyüzüne doğru fırlayınca, herkes birden bağırmıştı: “Zıplıyor! Zıplıyor! Orada!” Moby Dick, korkunç bir hızla, nerdeyse bir saniye içinde, üstlerine saldırdı. Ağzını açmış, kuyruğunu sulara vurarak, sandallar arasında dört dönmeye başladı. Tek amacı sandalları parçalamaktı.  Ama iyi yetiştirilmiş savaş atları gibi ustaca yönetilen, boyuna dönüp dolanan sandallar, parçalanmalarına ramak kaldığı halde, bir süre Moby Dick’in saldırışlarını önleyebildiler. Güverteye çıkartılan Ahab, Starbuck’un omzuna yaslanmış bir vaziyette zorla ayakta durabiliyordu. Kırılan takma bacağından geriye sivri uçlu kısa bir parça kalmıştı.  “Hey ulu Tanrım,” diye bağırdı Starbuck. “Bir an için olsun göster kendini! Hiçbir zaman, ihtiyar, hiçbir zaman yakalayamayacaksın onu...  “Starbuck, kaderimiz, şu uçsuz bucaksız okyanuslar yaratılmadan milyonlarca yıl önce kaderimiz yazıldı. Bakın, önünüzde bacağı kırık bir kargıya dayanan, tek ayaklı bir ihtiyar var... Ahab, bir ihtiyar. Ama bu gördüğünüz onun bedeni yalnız. Ahab’ın ruhu ise bir kırkayaktır; kırk ayak üstünde yürür. Kasırgada direkleri kopmuş kadırgaları çeken halatlar gibi, gergin ve güçlüyüm. Ahab aklına koyduğu şeyin peşindedir. Moby Dick’i er geç yeneceğim. Siz tayfalar, keyfinize bakın! Ahab, sandalların aşağı indirilmesini emretti. Kendisi sandalın kıçında, tam denize inecekken; palanganın iplerinden birini tutan ikinci kaptana durması için işaret etti. “Starbuck!” dedi. “Buyur, kaptan.” “Ruhumun gemisi üçüncü kez çıkıyor bu yola, Starbuck.” “Evet, kaptan. Kendin istedin bunu.” “Kimi gemiler limandan ayrılır, bir daha da geri dönmezler, Starbuck.” “Doğru, kaptan; acı ama doğru.” “Kimi insanlar sular çekilirken ölür, kimi sular kabarırken... Şimdi ben kocaman bir dalganın köpüklü doruğu gibiyim, Starbuck!” Starbuck’ın gözleri doldu.“Ah kaptanım, kaptanım! Soylu yürekli kaptanım... Gitme, gitme! Korkağın biri değil, senin şu karşında ağlayan adam. Kan ağlıyorum seni durdurmak için...” Bir an sonra sandal geminin arkasından dolanmak üzereydi. O sırada kamaranın lombozlarından bir ses yükseldi: “Köpekbalıkları! Köpekbalıkları! Geri dönün!” Hızla sandala bindi, hiçbir şey duymuyordu. Köpekbalıkları sandalı dişlemeye başladılar. Denizin atından, boğuk gök gürültüleri, uğultular geldi sanki. Ve solukları kesilen gemicilerin gözleri önünde, halatlar, zıpkınlar, kargılarla sarmaş dolaş, koskoca bir gövde, upuzun fırladı çıktı denizden. Moby Dick, kuyruğunu savurarak üstlerine saldırdı, yine darmadağın etti onları. İki yardımcı kaptan teknesindeki zıpkınlarla kargıları dört bir yana saçıp, pruva başlarını parçaladı. Ama Ahab’ın sandalı nerdeyse sapasağlam kalmıştı. Bu arada, acımasız köpekbalıkları Ahab’ın peşini bırakmamışlar, hiç aman vermeden sandalı kovalamışlardı. Kürekleri ısırılmaktan parçalanmıştı. Beyaz Balina yaklaştı onlara.  Ahab, bedenini bir yay gibi gerip, kollarını kaldırdı, zıpkınını sapladı amansız düşmanına. Balina yana kıvrıldı. Zıpkının tam atıldığı sırada balinanın tepkisini kestirememiş olan üç gemici, sulara fırladı. Beyaz Balina, olanca gücü, olanca hırsla saldırdı köpüklü sularda. Ahab, dümenciye ipi biraz çekip sıkı tutmasını, adamları da ters dönüp ipe asılarak, sandalı balinaya yaklaştırmalarını söyledi. Ancak ip koptu. Sandalın gürültüsünü işiten balina, dönüp koca alnını gösterdi düşmanına. Tam o sırada, ana direğin tepesinde çekiç sallayan Kızılderili -Tashtego’nun kolu birden taş kesiliverdi. Kocaman kırmızı bayrak ansızın onu beline kadar sarıp, Tashtego’nun yüreği sanki dışı fırlamış gibi çarpmaya başladı rüzgârda. Beyaz Balina geminin başına sancaktan vurdu.  Gemi de, içindekiler de birden sendelediler. Batan geminin altına dalan balina, geminin omurgasını parçaladı; sonra birden, suyun içinde dönüp bir hayli ötede iskele tarafından ok gibi çıktı yüze, Ahab’ın filikasına çok az mesafe kala, hiç kıpırdamadan duruverdi bir süre. “Ey benim boyun eğmeyen üç direğim, kırılmayan omurgam! Yalnız Tanrı gücüyle delinebilecek teknem! Sen sağlam güvertem, cesur dümenim, kutuplara dikili pruvam, şanı şerefiyle ölen gemim! Bensiz mi öleceksin sen? Gemileriyle denize gömülen kaptanlar gibi şerefli olmalıydım. Böyle bir onuru bile bana çok gördüler. Yalnız bir yaşamın sonunda yalnız bir ölüm! Şimdi anlıyorum ki, benim tüm büyüklüğüm acımın büyüklüğünde. Hey, hey! Uzak, en uzak ufuklardan kalkın gelin, geçmiş ömrümün yiğit dalgaları! Madem benim ne tabutum olacak, ne de cenaze arabam, ben seni kovalarken, sen de paramparça et cehennem balinası! Bağlayıp kendine, sürükle beni istersen! Al sana! Ye şu zıpkınımı.” Zıpkın saplandı; vurulan balina fırlayıverdi ileri. Bir ateş hızıyla boşalan ip, birden takıldı bir yere. Ahab ipi çözmek için yere eğildi; kurtardı da. Ama tam o sırada ipin fırlayan bir halkası boynuna dolanıverdi ve onu Osmanlı cellatları gibi sessizce boğup, gemicilerin görmesine bile vakit bırakmadan, alıp götürdü denize Ahab’ı. Bir anda boşalıp giden ipin ucundaki ilmik, bir gemiciye çarpıp denizin derinliklerinde kayboluverdi, sularda yüzen kürekleri, kargıları, canlı cansız her şeyi, Pequod’dan kalan en küçük tahta parçasını bile alıverdi içine. Hepsi birden, bu girdabın ortasında dönerek denizde kayboldular. Sular, grandi direğinin tepesindeki Kızılderili-Tashtego’nun başını kapladı. Direğin yalnız bir- iki parmağı görünürde kalmıştı. Ama upuzun bayrak, neredeyse değdiği o acımasız dalgalarla alay edercesine, rahatça sallanıyordu rüzgârda. İşte tam o sırada, kırmızı bir kol ve bir çekiç, sulardan çıkıp, batan direğe gittikçe artan bir hızla çiviledi bayrağı. Direğin tepesinde yıldızlar arasındayken ona musallat olan bir şahin, flamayı gagalıyordu. Tashtego’ nun başını belaya sokan o uğursuz kuş, yeniden flamayı almaya kalkıştı ancak kanadı çekiçle direğin arasında kaldı. Sulara gömülen vahşi, göklerden gelen bu ürpertiyi duyarak, son bir çabayla kuşu direğe çiviledi. Kuş, yeryüzünde bugüne dek duyulmamış çığlıklar atarak, muhteşem gagasını gökyüzüne doğru kaldırarak, Ahab’ın bayrağına dolanmış olarak battı gemiyle birlikte.  Sanki şeytan gibi, göklerin canlı bir parçasını beraberinde sürüklemeden dalmak istememişti cehenneme. Geminin battığı yerde oluşan uçurumun üstünde, küçük kuşlar çığlık çığlığa uçuşuyordu. Bembeyaz köpüklü, kederli bir dalga, bu uçurumun dik yamaçlarını dövüyordu. Sonra, her şey yok oldu birden. Şimdi denizin alabildiğine büyük kefeni, beş bin yıl önce dalgalandığı gibi öyle dalgalanmayı sürdürüyordu. (Editörün Notu: Anemon Yayınlarından çıkan Pekcan Türkeş’ in ‘Deniz Hikayeleri’ adlı kitabından Herman Melvılle’e ait ‘
Editör: TE Bilisim