Afrikalı göçmenler açlık, sefalet ve savaştan gemilerin kazan daireleri içinde kaçıyorlar. Akşam saatlerinde polis, Harbiye civarında kimlik kontrolü yapıp GBT sorguluyor. Ekip otosunun yanından Afrikalılar geçiyor. Güvenlik onlarla ilgilenmiyor. Oysa hiçbirinin ne kimliği ne de pasaportu var. Türkiye’de bulunan Afrikalı göçmenlerin yüzde 1’inin bile yasal belgesi yok zaten. İşte bu yüzden, Afrikalı sığınmacıların sayısı da bilinmiyor. İstatistik yok, kayıt yok! Oysa devlet, onların uçakla gelmediklerinden haberdar! Türkiye bir geçiş ülkesi. Afrikalılar en az 3 ay en fazla 1 yıl burada beklemek kaydıyla Türkiye’yi bir köprü olarak kullanıyorlar. Burada para kazanabilmeleri çok zor! Bu yüzden amaçları parasını peşin verdikleri Avrupa’ya açılabilmek... Çoğunlukla İtalya, Fransa ve İngiltere’yi tercih ediyorlar. Özgürlükler ülkesi Türkiye! Bakıp geçen göçmenler sürekli değişiyorlar. Elbette aralarında Türkiye’de kalmayı seçenler de var. Bunlar elde ettiklerine razı olanlar. Yarı aç yarı tok yaşamayı göze alanlar, özgürlükler açısından nispeten rahat ediyorlar. Sözün bu noktasında, Türkiye’deki denetimsizlikten yararlandıklarını yinelemekte yarar var. Açıkçası devlet onları görmezden geliyor. Çünkü geri gönderilmeleri son derece maliyetli! Göçmenlerin İstanbul’da geldikleri ülkelere göre sınıflanmış mahalleleri bulunuyor. Sözgelimi Sierra Leone’liler Tarlabaşı’nda kalıyorlar. Nijeryalılar, Samatya ve Aksaray’ı mesken tutmuş durumda. Feriköy civarında ise Kamerunlular, Kongolular ya da Angolalılar hayata tutunmaya çalışıyorlar. Genç adamlar ve genç kadınlar… Çok zor bir kaderi, filmlere benzeyen yaşamöykülerini ilmek ilmek kendi elleriyle örüyorlar. Ülkelerini terk etme nedenleri birbirinin kopyası. Açlık, sefalet, kuraklık ya da iç savaştan kaçıyorlar. Her yolculuk büyük bir risk taşıyor. Türkiye’ye gelebilenler, yola çıkanların ancak yarısı! Yüzde ellisi ya yakalanıyor ya da yollarda ölüyor. Bunu bile bile yolculuğu göze almak, nasıl bir hayat yaşadıklarını da kısa yoldan anlatıyor. Türkiye’de siyahi bir bebek ya da çocuğa rastlamak çok zor! Çünkü çocuklar asla yola dayanamıyor. Bu nedenle yolculuğa çıkarılmıyorlar. Gördüklerimiz istisnaları oluşturuyor. Onlar hayata burada gözlerini açanlar. Kaderde denize atılmak da var Yolcuları Afrika limanlarında “kakalak” adı verilen emekli gemiler bekliyor. Ziftlenip boyanan gemilerin iç kısımları adeta dökülüyor. Yolcular en iyi ihtimalle üç ay boyunca denizde kalıyorlar. Binlerce kilometre yol... Gemiler genellikle geceleri ve fenersiz yol alıyorlar. “İnsan yükü ağır oluyor” ve gemilerin hepsi yükünden fazlasını taşıyor. Farklı bir ülkeye sığınmak isteyenlerin neredeyse tümü, motor dairesinde seyahat ediyor. Günde bir defa yemek yiyebiliyorlar. Yine günde sadece bir kez su içme hakları bulunuyor. Salgın hastalıklar ve havasızlık nedeniyle ölen çok oluyor. Yaşama veda edenlerin tümü hemen denize atılıyor. Bizim burada gördüğümüz Afrikalıların çoğu bu meşakkatli yola dayanmış olanlar. Gemiler, Kızıldeniz boyunca yol alıp Süveyş Kanalı’ndan Mısır’a ulaşıyor. Türkiye’de kullanılan iki liman bulunuyor. Biri İzmir diğeri de Mersin Limanı. İlk etabı tamamlayabilenlerin bir kısmı da ağırlıklı olmak üzere İstanbul ve Türkiye’nin diğer şehirlerine dağılıyorlar. Bir “kakalak” içerisine 300 yolcunun sığındığı düşünülürse, insan kaçakçılığının son derece kârlı bir iş olduğu da hesaplanabiliyor. Ne var ki bu para 8 ile 10 kişi ya da kurum arasında pay ediliyor. “Gümrük” denilen bir sistemde denetimin olmaması imkânsız! Açıkçası her devlete ait resmi kurumlar içerisinde bu işten nemalanan memurların sayısı oldukça fazla! Bununla birlikte ticari gemilere yüklenen konteynırlarla kaçırılmak istenenler de bulunuyor. Bazı turizm acentelerinin ayrıca bu işle uğraştığı biliniyor. İstanbul’daki Afrikalıların yaşam alanlarından biri olan Aksaray ve Feriköy’de turizm acentelerinin bulunması da tesadüf değil. Elbette pek çoğunu tenzih etsek de aralarında insan ticaretinden nemalananların olduğunu söylememiz de mümkün. Türkiye yolculuğun orta noktası… Fakat yolu buradan başlatmak da mümkün. Bireysel bir kaçış öyküsü kurguluyoruz. Balıkesir’e bağlı bir ilçede, bize söylenen adrese gidiyoruz. Burası bir emlak ofisi… Referansımız kuvvetli olduğu için güven telkin ediyoruz. Bu işler, aracılar sayesinde gerçekleşiyor. Her şey son derece basit! İş, gideni ve götüreni tanıyan bir aracı üzerinden yürüyor. Konuştuğumuz kişinin cezaevinden yeni çıktığını öğreniyoruz. “Benim suçum yoktu!” diyor. “Küçük bir telefon konuşması başımı yaktı…” Bize yardımcı olamayacağını anlıyoruz. Ancak küçük bir tüyoyla kaçış noktalarından birini öğreniyoruz. “Burası yaramaz kardeşim, adamı Yunan’a geçiriyorum diye kandırırlar. Midilli’ye çıkarırlar. Orada, soluğu jandarma karakolunda alırsın. Senin yerin, Edirne, Keşan. Oradan botla çıkarsın Yunan’a!” Ticaretin en acımasızı Yakalandıklarında suçlu durumuna düştükleri kesin. Ancak onlar “en masum suçlular!” Peki, onlar üzerinden ticaret yapanlar… Bunun ise yeryüzünün en acımasız işlerinden biri olduğu muhakkak. İnsan simsarlarını, tek dertleri hayata tutunabilmek olan bu insanların öyküleriyle birlikte anlatmakta yarar var. Bunun için göç yollarını da çıkarmak gerekiyor. Güney Afrikalılar, sınır güvenliği, karşılarına sıkça çıkacak kara gümrükleri ve karayolunun maliyetli oluşu nedeniyle Batı Afrika’nın limanlarında buluşuyorlar. Bu limanlar insan simsarları kaynıyor. İnsan ticaretinden geçimini sağlayanlar, o ülkelerin idareleri tarafından görmezden geliniyorlar. Tacirler kaçmak isteyenlerden fahiş fiyatlar talep ediyorlar. Afrika’dan başlayıp Türkiye’ye uzanan ve şansları yaver giderse bir Avrupa ülkesinde son bulacak olan “uzun hat geçişinin” fiyatı 12 bin dolarla 30 bin dolar arasında değişiyor. Otelde bir gece kral gibi yatırırız! Kurguladığımız kaçış öyküsünden iz sürmeye devam ederek bir telefon görüşmesiyle “Keşan’ın” doğru adres ve belli başlı kaçış yollarından biri olduğunu teyit ediyoruz. Cebimizdeki üç Yunan numarasından biri kesik kesik çaldıktan sonra açılıyor. Karşımızdakine “Ali” ya da “Aleko” diye hitap edeceğimiz konusunda tembihliyiz. Detayları, telefonun öteki ucundaki boğuk, Yunan aksanıyla Türkçe konuşan sesten alıyoruz. Bu işte, “neden” diye bir soru yok. İsim, yaş ya da adresle de kimse ilgilenmiyor. Önemli olan “ne zaman” sorusu… Gayet açık; fiyat 5 bin Avro. Sahte pasaport ve kimlik dahil… Botla karşıya geçilecek. Risk yok. İşte bu ilk yalan! Hiçbir kaçış risksiz olmaz! “Seni Edirne’den alır, bir sınır ilçesine götürürüz. Oradan, Yunan’a geçiririz. Otelde bir gece krallar gibi yatırırız.” Bu da ikinci yalan. Çünkü bu serüvende, iş bitene kadar rahat yüzü yok. Telefondaki ses devam ediyor… “Yunan’da 800 ile 1000 Avro arasında bir para daha vereceksin. Kimlik yaptıracağız. 1500 Avro’ya da 6 aylık bir Schengen çakarız. İtalya sınırında, iki kadın bir erkek, araçla alırlar. Geçiş kolay olur.” Bu da üçüncü yalan. Ne var ki bu iş için üç yalan fena sayılmaz. Aleko’ya, onu günü tartışmak üzere bir daha arayacağımızı söyleyip ankesörlü telefonu kapatıyoruz. Olmadı, başaramadık Türkiye’de belli başlı kaçak göç noktaları bulunuyor. Edirne her dönem önemli bir yer olarak biliniyor. Karadeniz sahillerinde denetimlerin artması, bir süre önce gözden düşen Ege’nin önemini yeniden artırıyor. Ne var ki Ege Denizi’nde insanlar çok sık kandırılıyor. Yakındaki Yunan adaları, bir kurtuluş olarak anlatılıyor. Oysa burada karaya çıkanlar Yunan polisleri tarafından derhal Ege’nin Türkiye yakasına gönderiliyor. Cunda Adası’nda bu şekildeki bir drama tanık oluyoruz. İskelede 28 insan… Yüzleri görünmesin diye başlarını öne eğiyorlar. Aralarında, Senegalliler, Afganlar ve Suriyeliler bulunuyor. Kimisinin uzun bir hat izlemiş, kimisinin yolculuğunun da burada başlamış olduğunu öğreniyoruz. Jandarma, sahil güvenlik, polis… İskeledeki bir masaya konmuş kimliklerinden tek tek isimleri okunuyor. Gelip bir deftere imza atıyorlar. Yüzlerinden düşen bin parça hüzün Ege’de sabwah güneşine karışıyor. Kardeşi Abdülmecit’le birlikte ülkesindeki savaştan kaçan Suriyeli Ahmed’le konuşuyoruz. Gözleri dolu dolu… Türkiye’deki çalışma koşulları kötü olduğu için bir kademe daha ileri gitmek istediğini anlatıp İtalya’yı hedeflediğini söylüyor. Toplam 25 bin dolar para verdiğinden dem vuruyor. “Bizi bir bota bindirdiler” diyor, “can yeleklerini bağladılar, ben de kardeşim de yüzme bilmiyoruz. Başımızda adam yoktu. Nereye gideceğimizi gösterdiler. Dümeni de içimizden biri tuttu.” İnsanın içi parçalanıyor. Ölmedikleri için şanslılar. Ama insanın hayalleri de boğuluyor. “Düzelir her şey…” Sıradan sözler hayatın gerçeğini anlatmaya yetmiyor. Ahmed, derin nefes alıp yukarı bakıyor… “İnşallah” diyor. “Ama olmadı işte!” Umudu tükenmiş, paraları gitmiş, 28 kişi… Önce jandarma karakolu ardından da İzmir’de Emniyet’e teslim edilmek üzere gelen araçlara bindiriliyorlar. Kısa süre sonra zorunlu olarak kaçtıkları sefaletin içine dönecekler. Olmadığı ortada! Sadece bu yıl içinde sahil güvenlik tarafından yakalanan kaçak sayısının 11 bin 48 olduğu istatistiklere yansımış durumda. Tacirlerin sömürdüğü binlerce insan… Tükenen umutlardan kazanılmış servet! İnsan insana bunu yapar mı? Cunda’daki tersanede konuştuğumuz Ramazan Usta, Sahil Güvenlik tarafından kesilip atılan, istiflenmiş bot ve can yeleklerini gösteriyor. “Bu botlar İzmir’deki bir firma tarafından yapılıp simsarlara pazarlanıyor” diye anlatıyor. “Bu adamları botlara bindirirler, kimseyi de yanlarına vermezler. Bota 2-3 milyonluk kullan at motor takarlar. Bile bile lades yani, anlayacağınız bir olmuş garibanı kandırıyorlar. İnsan insana bunu yapar mı? Niye denetlenmiyor anlaşılır gibi değil!” Her limana, hatta her tersaneye tacirler tarafından adamlar sokulduğunu anlatan Ramazan Usta başka tatsız bilgiler de veriyor: “Cirit atar adamlar burada. Bu iş, büyük teşkilat işi… 8-10 kişi para kazanır. Büyük paralar hem de. İş bir limandan diğerine uzanır. Hat şebekeli çalışırlar. Emekliye ayrılmış, eski tekneleri kovalarlar. 15 - 20 bine tekne alırlar. Bunlara bir zift vurup bir de boya atar, göçmenleri denize salarlar. İnsanlar kazan dairesinde seyahat eder. 60 -70 kişi. Gemicilik tek kişilik mürettebat işi değildir. 60 kişiye en az 6 kişi gerekir. Tekne batar, mürettebat ölmez. Neden? Çünkü onlar bu zavallıları bırakıp botla denize iner ve kaçarlar. Ama daha korkuncu da var. Batan tekneler var ya… Onların bir kısmı denizden, dalgadan batmaz. Adam parasını peşin almış. Seninle mi uğraşacak, batırıverir.” İşte sahile vuran ayakkabıların sırrı… İşte çivisi çıkmış dünya!(Cumhuriyet) 7deniz
Editör: TE Bilisim